Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Huylanışın Hüznü

Bir huylanışın hüznüyle bölünde gecelerim. Uykusuzluk tuttu elimden, saatin bilinmezliklerine götürdü. Dakikaları akıp gitsin diye bekledim ama gözlerime inen ağrıdan da yoruldum. Bir hayalet süzüldü odaya. Çekti kopardı beni gerçeklerin dünyasından. Uykuyla uyanıklık arasına, o tarifi edilmeyen sarhoşluğun içine bıraktı. Elimde, dilimde derman yokken avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum ama nafile. Bu tembelliğin, uyuşukluğun bedeli nedir bilmem. Bildiğim ve istediğim şey gerçeğe ulaşmak arzusu... Ayağa kalkmak istiyorum ama bir şey omuzlarıma çöküyor. Anlaşılan bana bu girdaptan çıkış yok diyorum kendi kendime.

Bir Hüznün Huylanışı...

Bir hüznün huylanışına galip geldi şiir. Mürekkep mürekkep damladı kağıda . Katrelerle deryalar aştı maşuk. Bir göz, bir kaş, bir dudak kafi geldi... Şiirle doğdu, şiirle coştu... Derler ki her insanın sevdiği alnında yazılıdır. Maşuğun alnında da işte o kalem kaşlı, zifir saçlı, zeytin gözlü, bakışıyla dağları eriten dilberin ismi yazılıydı. Maşuk doğdu ve ağladı. Daha şimdiden ayrı kalmaya dayanamadı. Öylesine ağladı ki bir an susmayacağına kanaat getirdi oradakiler. Bir hüznün şahlanışıydı. Mutluluğu köy köy, kasaba kasaba, ülke ülke aratan bir şahlanış... Mutluluk... İşte o alındaki ismin gözlerinde, ellerinde, dudaklarında gizli olan, mutluluk. Maşuk beşerdi ve şaştı dünyanın haline. Bunca ayrılığın üstüne bunca dert, kasavet... Aradı, aradı... Her sokak başında, her yüzde, tanıdık olanı aradı. Güneşin doğuşunda, batışında tepelerdeydi hep. Geceleri buğulanan pencereleri kolunun tersiyle silip ayı gözledi hep. Hiç yoktan ortak bir payda aradı durdu. İşte öyle gecelerde şahladı bey...

Sakileşen Yıllar

Sakileşen yıllara haki libaslar büründü. Ezelden varolan yine var ancak yolacak olan vücut buldu. Deruni ney üflendi ruhumuza. Fırtınaları koparan ahval-i beşerimiz sütliman oldu. Sakin bir üyesi olduk dünyanın. Bunların yanısıra gözlemeyi bırakmadık. Deryalar içinde katreyiz hala. Anlaşımız, uğraşımız ayandır. İnsanoğlunu anlamaya çalışırım, ben dahil. Şu dünyada kayda değer birşeyler yapmaya çalışırım. Bir adım atarım, dünya döner. Dünya döner, ben adım atarım.

Arkadaşım Karabatak

Paslanmış bulutlara baktı arkadaşım karabatak. Peh dedi, gökyüzü de benim kadar yıllanmış ve yorgun... Bu kadarı bana yeter deyip daldı denize. Onunla birlikte ben de tuttum nefesimi. Ama fazla dayanamadım. Arkadaşım karabatak kadar antrenmanlı değildim anlaşılan. Beni bulutlarla başbaşa bıraktı ve kayboldu kül rengi denizde. Dönüp ben de baktım bulutlara. Çocukluğumdaki bakır semaverin rengindeydi bulutlar. O an gözlerimin kenarına ilişiverdi anılar. "oynat" tuşuna bulutlar basmıştı ve gözlerimin önünden çocukluğum geçiyordu... Hiçbir zaman aynı tadı bulamayacağım bir çaydı o, semaver çayı. Küçüğüm diye açık içmek zorundaydım. "Çayın fazlası küçüklere iyi gelmez" diyerek ikinci bardağı doldurmazdı annemler ama ben ne yapar ne eder içerdim. Çocukluğum kadar masumdu, seyre daldığım bulutlar. Arkadaşım karabatağı aradı gözlerim ama göremedim. Belli ki içli bir efkar demlenmişti yüreğinde. Dalıp gitmiş ve daha çıkmamıştı. Deniz de, olabildiği kadar pürüzsüz, dümdüz çar...

Berheba

En efkarlı sesinle yol göster bana, ey Karadeniz. Dalgalısın sen de benim gibi. Ne olduğunu anlatsam vaktini ayırır mısın? Bilirim beni bir sen dinlersin. Cevap ver bana nerden peydahlandı bu piç kurusu amaçsızlık? Çöreklendi soframıza aç koydu bizi. Nereye dahi yürüdüğümü bilmeden yitik gidecek miyim sen söyle. Başımı yastığa rahat koyamıyorum artık. Uyku desen terketti gitti. Güneş gösterse de yüzünü sanki benim için doğmuyor. İmkanı olsa önüme karanlıkları itekleyecek. Ya ay dedem. Kaç gündür bulutların ardına sığınıp duruyor bilir misin. Bir şey var, ben eksikliğiyle kavruluyorum. Bereket yitip gitmiş. Bu terkedilme neden? Gözüme takılmaz artık güzel denen şey. Elime sıcağın sıcağı, soğuğun soğuğu değmez. Bu berheba oluşluk neden? Sorular ardında çözümsüzlük yine pranga. Ah nasıl inlerim bilmezsin karadeniz. Ben bir meczup, sen bari unutma.

Melalim

Hüzün çökmüş kaldırım kenarlarına. Sarmaşıklar korkularından sokak lambalarına sarılmış. Kediler sinmişler kuytu köşelere korkak gözlerle etrafı süzüyorlar. Bir adam yürüyor sokakta, ağır ağır... Topuklarını her yere vuruşunda asfalt dikkat kesiliyor, uykusundan uyanıyor sonunda. Zifiri geceden renk almış palto sallanıyor adamın üstünde. Belli ki adama uymuş. Bir adam sokakta yürüyor... Saat kulesi falan yok. Zaman, "modern" zaman. Herkesin kolunda dijital rakamlar var artık. Saat kulesi olmayınca çan sesi de yok. Zira saat kulesi olsa da çan olamaz. Burası "müslüman" bir ülke. Düello falan yok, yanlış anlamayın. Bir adam tek başına ayakkabılarının çıkardığı ritmik sesle ağır ağır yürüyor. Gören göremeyen herkes herşey adama odaklanmış. Adam güven içinde yürüyor. Ağır ağır yürüyor ama sağlam basıyor yere. Tehlike kim içindir bilinmez. Tanınması gereken bir kişi daha çıkmıştır işte. Adamın kim olup nerden nereye gittiği bilinmesi gerekir mutlaka. Bilinmezlikle yaşaya...

Puşide-i Siyah

Tamburdan yayılıyor geceye nağmeler. Penceremde serin bir ekim rüzgârı… Dalgın fakat şükür içindeyim. Günün hesabını yaptım her zaman ki gibi. Kendimi yargılamamak için cambazlar gibi bir uğraşın içindeyim. Her dakika her saniye kendimi düşünmemem gerektiğini beynime telkin ediyorum. Akşam uzunca bir yürüyüş yapma fırsatım oldu. Dilime pelesenk olan türkülerle başladım efkârlanmaya… Söyledikçe açıldım. Sonra şiirler ekledim her birinin yanına. Aklıma gelen, alakalı, alakasız… Bir içlenişin vakti gelmiş belli ki. Ne zamandır akşam yürüyüşü yapmıyordum. Arabalar solumdan vızır vızır geçerken farkında olmadan bana iyilik yapıyorlardı. Ne kadar çirkin ses çıkarsalar da ben avazım çıktığınca türkülerimi, şiirlerimi, şarkılarımı söylüyorum. Kimseler ayıplamıyor. Sadece kendimle başbaşayım. İçlenişim içerde bir yerlerde yankılanıyor ve efkâr bastıkça ben daha bir yanık söylemeye başlıyorum. Bugün bir gözyaşı damlası buna şahitlik yaptı. Kaskatı olduğunu sandığım yüreğimden bir damla da olsa m...

Yetiniyorum Ama Niye?

Ol(a)madığım şeylerle yetinerek yaşıyorum. İnsan nasıl olmadığı şeyle yetinir? İçinde birikmiş çelişkilerinden arta kalan sadece nefes almak olan hayatta, aslında zor bir şey değil şu soruyu cevaplamak. Bir zamirle başlarsınız, mesela "bence...". Devamında mutlaka düşünmeye başlarsınız. Kendinizi, kendi çelişkilerinizi... Kuracağı cümleyi kurarken düşünen bürokratları daha iyi anlarsınız böylece. Gereksiz uzatmaları, "ıııı" diye uzayan anlamsız inlemeleri... Bir şey ol(a)mayacaksınız ama yetineceksiniz. Büyük bir çelişki. Belki de neden, yap(a)madığım görevlerimdir. Öğrenciyken ders çalışmamak mesela. Hiçbir zaman ders çalışmayı sevmedim. Uzun kış gecelerinde babamın zorlamasıyla yaptım ödevlerimi çoğu zaman. Elini korkak alıştırmadı sağolsun... Çocukken çocukluğumu yaşayamamaktan korktum. Büyüyünce de ömrümün baharını... Öğrenci olamadım işte. Biraz da kanımdaki muhaliflik engelledi. Her şeyi eleştirdim. Haddim olsa da, olmasa da... O yüzden mızmızcı bir insan prof...

Feyezan

Bir yaprak kımıldadı sessizliğin yatağında... Bir yaprak açtı, devrin yenisini. Toprak susamışlığından yarıldı. Susamış dediysem suya hasretliğinden değil, yeniye, yeniliğe, taze bir varoluşa hasretliğinden... Sessizlik bozuldu ve her şey o an için işine ara verdi. Kafasını uzattı gökyüzüne. Mavi, masmavi... Bulut yoktu gökyüzünde. Anlaşılan ihsan buyurup gölge etmek istemediler o ana. Güneş... İşte en yakıcı, en taze... En hallerinin hepsini takınıp, süslenip püslenerek tepede yerini almış,o ana şahitliğine sevinerek gülümsüyordu.Bir baş da onları seyrediyordu. Gökyüzünden alemi seyredenleri, yeryüzündekiler seyrediyordu. O an geldi ve her şey o başın sahibine çevirdi gözlerini. Bir baş topraktan uzatıyordu bakışlarını. Körlüğüne rağmen seziyordu, herkes onu izliyordu. Çok da önemsemiyordu kendini. Önemli olan göreviydi. O sadece başlangıçtı, biliyordu bunu. Baki olmayan, senebesene tekrarlananı bu sefer o başlatacaktı. Bir baş çıkmıştı topraktan, çatlamış, nazlı nazlı, kokusu değmele...

Ben, Nar ve Cırcır Böcekleri...

Uykusuz kaldığım bir geceye bu sefer nar taneleri eşlik ediyor. Ne alaka diyeceksiniz? O da benim gibi uyku tutmadığından gözleri kıpkırmızı, masanın üzerinde oturuyor. Uyku tutmamış... Ekşitmiş suratını bana bakıyor. "Sen de uyuyamıyorsun değil mi?" dedi. "Evet, terliyorum durmadan, sıkıntı basıyor. Bu gece bana uyku yok!" dedim. "Bırak yatakta debelenmeyi kalk da sohbet edelim, bak gece ne güzel! " dedi. Onun söylemesiyle baktım pencereden. Evet, haklıydı. Gerçekten de gece çok güzeldi. Eylül ayının son günlerinde, hazana soyunurken bile başka bir güzellik vardı. Ben sırtıma bir şey almaya yeltendim ki nar oturduğu yerden seslendi; "Bırak alma üstüne bir şey. Havanın tadını çıkar, soğuk değil. Korkma üşümezsin.". Dinledim sözünü narın. Şehir uykuya dalmış tüyleri yumuşacık tekir gibiydi. Belli ki yorgun. Ağır ağır nefes alıyordu. Uykunun keyfini de çıkarmıyor değildi hani! Koca koca apartmanlar arasına sıkışmış penceremden bakmaya çalıştım etra...

Uzun İnce Bir Kadehteyim...

Uzun ince bir kadehteyim. İçiyorum gündüz gece... Kadehtteki ben olmuşum, artık kendimi yudumluyorum. 3/4'üm sudan ibaretmiş. Geri kalanına da rakı koydum. Oldum 4-4'lük adam... Hayat sek kadehinde yudumlarken bizi yine aslolan bizim de sek içmemiz ama yine de renksiz gitmiyor meret. Kadehten bir yudum alıyorum, Müzeyyen abla "...laf anlamaz ormancı, çekmiş kafayı..." diyor. Hemen o an ormancı oluveriyorum. Laf anlamayan, yoktan bir acı getiren... Ormancı halime de kadeh kaldırıyorum. Şu meret içine alınca bizi ne de çok kılığa sokuyor. Hiç zorlanmadan paşa da oluyoruz, bey de, ormancı da... Dünya da çilingir sorfasını kurup meze yapmış bizi kafayı çekiyor. Onun da 3/4'ü sudan ibaretmiş. Biraz rakı koyuyor o da karafakiden, renkleniyor kadeh. Her yudumunda tarih, safyalarından birini daha açıyor tertemiz, bembeyaz. Mezesi biz olmuşuz dedim ya, hiç kalmamış mezesiz. Ne padişahlar, krallar, imparatorlar... Çakırkeyf dönüyor kendi çapında... 4-4'lük dünya... Kara...

Kavgam Denizle

Denize döndüm, "sen sadece sudan ibaretsin dedim. Üstüme yürüdü durmaksızın. "Rüzgardan yüz buluyorsun yoksa bir hiçsin" dedim. Bu defa iyiden iyiye dayılandı. Yutmak istiyordu beni. Belli ki öldürmekti niyeti. Bendeki cesarete ne demeli. Koskaca denize kafa tutuyorum. Hayır, alkol falan almadım. Esrar falan da çekmedim. Sadece boşluk var içimde. Dolduramadığım, günden güne derinleşen boşluk. Boşluğun ne olduğunu sormayın, ben de bilmiyorum çünkü. Benden giden ne onu da bilmiyorum ki yerine yenisini koyayım. Uyku da uyutmuyor bu meret. Bütün gece yatakta dön dur... Keşke bu kadar uykusuzlukla kolkola olan yorgunluğa rağmen cesaretimin nerden geldiğini bilsem. Belki son kırıntıdır o da... İlk başlarda dalgacı denizin yanı başında yürüyordum. Başım öne eğik. Bilmediğim bir dert daha yakalamıştı belli ki. Ağır ağır attığım her adımda deniz, yavaştan coşmaya başladığını önüme iteklediği her dalgada hissettirmeye başlaşmıştı. Sivas'ın kara kışlarına dayanabilmiş botum olm...

Hiçlik Makamı

Hiçlik makamına bir adım daha atıyorum. Sanmayın ki yok oluyorum. Var olmaya gidiyorum. Yol üzerindeyim, dilimde özgürlük türküleri... Güneş çıkar dağların arasından yurdumun üstüne. Bir sabah daha olur ve vakit yine tazedir moral verir. Bütün sıfatlardan sıyrılmaya çalışırım. Çoğu kez sırf bu yüzden "ben yokum" diyen sessiz çığlıklar atarım. Zahit libası geçirdim üstüme. Yalanlarla örülmüş düzene başkaldırdım. Gezdim, arşınladım alemi. Gördüm gerçek ile yalan söyleyenin halini. Külhaniyim, almışım elime koka tesbihimi. Hem sabrederim hem de baş kaldırırım. Çoğu zaman yürürüm. Bilmek isterim her kaldırım ne anlatır. Şehri dinlerim. Herkes balık misali akar gider bir kayalığa, ben çıkarım üstüne onları seyrederim. Gah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi, gam inerim yeryüzüne seyreder alem beni... Gülen bir çehreyi katık ederim kendime. Yokluğa sevinirim çoğu zaman, varlığa yaklaşırım böylece. Riyakarlık sevmem. İnsan olmalı ilk önce sevabıyla günahıyla...

Şuh Kadınım: Hazan...

Şahdamarından yakaladım hazanı, öpüşü nisa kokuyordu. Hazılanıyordu belli ki, şuh bir kadın edasında soyunuyordu. Hırçınlaşıyordu sevmeyenler için. Arzu ediyordu sevilmeyi, hem de delilercesine... Hakediyor elbetteki. Kendisini sevmek isteyene bütün güzelliğini sunuyordu. Hazan... Kimisi bu mevsim için ayrılık kokar der. Ancak benim gibi yalnızlar görür böylesine feyezanı. Hazan herşeyiyle doğurgandır. Kusana kadar yazdırır insanı. Gözler uykuyla cebelleşir, biraz daha görebilmek için güzelliğini. Oturursunuz sahile... Burnunuza rüzgarın armağanı yosun kokusu... Kulaklarınızda insanın başını döndüren davetkar ezgiler... Gözlerinizdeyse bakmaya doyamadığınız hırçın dalgalarıyla hazan... Şuhtur, vakit geçtir. İnsana yalnızlıkla çöker saat. Dakikalar geçmez. Gözlerinin heryerindedir. Bir bir kaydedersin herşeyini. Unutmamak için beynine emirler yağdırırsın. An be an kaydedersin herşeyi. Hergün bitmesini istemezsin bu ziyafetin. Sindirerek emersin her güzelliği. Sanki her defasında "b...

Yolculuk

Uçuyorum göğe doğru... Bir yalnızlık yakalıyor beni. Yalınlığın en yalınlığı... Üşüyorum. Sonra kollarımı açıyorum, kucaklar gibi yokluğu... Sonrası sonsuzluk diyorum. "İşte sonunda" diyorum çelişkiyle. Bir güç itekliyor beni, gerisin geri dönüyorum aniden. Varlığa... Varlıkla yokluk arasında, arafta boşlukta, zamansız, mekansız... Hiçbir yere ait olmamanın verdiği hüzünle çöküyorum. Yaşlanıyor ellerim. Derim eskisi kadar pürüzsüz değil. Merdivenler daha acımasız artık inadıma. Hayat yaşlı akıyor ben yaşlanıyorum. Ben yaşlanıyorum hayat yaşlı akıyor. "Şimdilik" diyorum, kabülüm. Zaten geleceği düşünemiyorum. Alırım elime tesbihimi, sayarım günleri. Her saniyeyle daha yakınlaşırım, ne olduğunu bilmediğim ama görmek istediğim şeye. Bazıları "son" der ama son yoktur hiçbir zaman. Sadece yol vardır nereye gittiği belli olmayan. Ucu bucaksız bir düzlüktedir. Her adımda yaklaşırsın bir şeye ama "son" yok. Yolculuktur karanlıkta yapılan her adımın nerey...

Dedem

Günaşırı elma ağaçlarını yoklardık. Dedem bahçenin kapısından gelecek diye o telaşla ne kadar yediğimizi bilmediğimiz elmaların tadı şimdilerde sadece özlem. Yasak oluşundan mıydı yoksa çocuk oluşumuzdan mıydı bilemiyorum. Kuzenimle gizlice her zamanki yoldan girerdik bahçeye. Nasıl olsa zıpkın gibiydik. Kendi halimizde çete gibiydik aslında. Bahçeye girdikten sonra birimiz kolaçan ederdi etrafı. Dedem ne taraftan gelir, bizi kim görür, kim gammazlar… Aslında dedemin dediği kadar da kırmazdık dalları. Her ne kadar dedem için bir nimetse ağaç, bizim için de bir nimetti. Yoksa biz nasıl araklayabilirdik elmalarımızı... Azarı işite işite biz de öğrendik ağacın nasıl korunduğunu. Tek sorun elmayı küçükken sevmemizdi. Dedem taktik değiştirip artık buna kızardı çünkü. Dedem ne kadar kızsa da kıyamazdı elbette bize. Doğru dürüst tokat bile atmazdı. Bir yandan da bize kızmak zorunda oluşu sıkardı canını. Çok severdi bizi. Onca torunu olmasına rağmen ayırt etmemeye çalışırdı. Ben şimdi düşünüyo...

Artemis ve Meryem

İlkçağ düşünürleri gibi içimde iki şeyin zıtlık yarışına girdiğinin farkındaydım. Birisi ak derken diğeri kara diyordu hep. Yazar Serdar Özkan da içindeki ikililiği Sarı Çiçek’in dilinden anlatmış. Birisi Artemis diğeri ise Meryem... Artemis kendini tanrıça ilan etmiş ve gül olduğunu inkar ediyor. Ayrıca Artemis cümlelerini “ben” üzerine kuruyor. Meryem’in çabası ise O’na gül olduğunu hatırlatmak. Meryem “ben” diye bir şey yok sen sadece gülsün diyor ama gel de anlat anlatabilirsen Artemis’e. Artemis’in “ben”den kurtulması gerekiyor ve siz bunu romanı okurken içinizden geçiriyorsunuz. “ben” ölmeli ve güller arasında birlik doğmalı. Hangisine güvenmeniz gerektiğine karar verirken eminim siz de benim gibi zorluk yaşıyorsunuzdur. Hayat daha çok “ben”im mutluluğum üzerine kurulmalı dersiniz ve öyle de yaşarsınız. Her zaman için sıkıntıyı, derdi, kederi yaşamak istemezsiniz. Hep mutlu olmak için “ben” korunur. Aslında özendiğim yaşam bu değildi benim. “değildi” diyorum çünkü önceleri kendim...

Sahil ve Sonsuz

Denizin sesi ve sahil… Ne kadar dolduruyor içimdeki sesi. Bana söyleyecek söz bırakmıyor. Alabildiğine mavi ve aksi görüntüsü gökyüzü... Sonsuz iki şeyin arasında arafta ve huzur. Gözüm aradığı şeyi bulmuş gibi. Balıkçılar ufukta bir resmin ortasında kalmış gibi. Denizde yaşam olduğunu hissederken gökyüzünde sessiz bir bekleyiş, bir ağırlık var. Sanki o da denizi seyrediyor. Ufuktaki misafir güneş mesaisini bitirmenin edasıyla süzülüyor. Portakal iki sonsuzun arasında eriyip yitiyor. Ay dedeye bakıyorum o da kendi hazırlığının içinde. Hava ne soğuk ne sıcak… Üstümde mavi gömleğim ve şortumla robinson’a benziyorum. Kesilmemiş sakalım, ondan daha hırçın saçlarım kayıplığımı ispat eder gibi. Gözlüklerim de entelektüel bir hava katmıyor değil. İnzivaya çekilmiş yazarlar gibiyim setten fırlamış. Evet, bir film sahnesinin içinde gibiyim. Aradığını uzaklarda insanlardan uzak bir adada bulmaya çalışan bir yazar… İşte hikâyem iki sonsuzun ortasında başlıyor. Deniz ve gökyüzü… Belki palmiye yapr...

Araf

Ne varlığa sevinebiliyorum ne de yokluğa üzülebiliyorum. Araftayım yine… Arafta kalmak, beklemek... Üzülmekten daha mı iyi? Aslında beklemek çok uzak olduğum bir şey değil. Her geceme yaren olmuştu ama hastaya en kötüsü yine de gecedir. Gece olunca başlar ağrılar bir bir. Düşünceyle tutar elini bilinmezlere götürür. Kimi zaman bir kör kuyuya, kimi zaman çıkmaz bir yola, kimi zaman da bir denizin ortasına… Ağrılar dalga dalga gelir vurur yüreğe. Her seferinde biraz daha çok canını acıtmak istercesine birikerek gelir. Sabaha ulaşmak yine de zordur, uyuyabilirsen eğer. Sabah olunca zannedersin ki başka bir başlangıç seni bekler. Ama beyhude bekleyişin güneşin kaybolmasıyla yok olur yine. Günleri, geceleri saymazsın ama akıp gider zaman. Zamanla birlikte değiştim zannedersin, aklına bile gelmez sevdiğin. Sonra bir gün karşılaşırsın sokağın birinde. O an, işte o an söküp attığını zannettiğin şey karşına geçer. Bir ruhtur o, can veren. Karşısında ruhun bedeninden çekilir ve artık “ben” diye ...

Efkar Bastı

Bir geceyi daha atlattım... Sanmayın ki şikayetçiyim. Aslında hep böyle gecelerin hayalcisiyim... Yine "efkar bastı" diyorum. ve başlıyorum yazmaya. neyi nasıl anlatacağımı bilmeden... aslına bakılırsa hep yarım kalmış cümle oldum. neyi ne kadar yaşadığımı bilmeden, dilimin ucuna geleni ayıklamadan, yaşadığım hayat gibi paldır küldür yazıyorum yine. sormayın neden efkar bastı. anlatabilsem, kelimeler yan yana gelip yüklenseler sıfatları, zamirleri. bağlaçlar bağlasa içre giden nehirleri. zamirler saklanmadan haykırsa. ben söyleyemeden halletse kelimeler. içre giden yola kelimeler salla aksalar. dehlizleri aşıp bulsalar ben içinde ki canı. canan mı desem. sözler utanmaz ama ben utanırım işte. ah bu dilsizliğim, dilimin lal oluşluğu. lanetler yağdırdığım dilimin ucuna gelip de ete kemiğe bürünmeyen, ruha karışmayan kelimeler. bu kadar feryat-ı figana rağmen siz gelip anlatın halimi. umut etmeyi bile unutmuşken son kırıntılarım da size. bel bağladım size. elim boş çevirmeyin. ha...

Penceremin Gözyaşları

Gecenin üç buçuğunda uyku tutmadı. Veya ben uykuyu tutmadım. Penceremden yansıyan aksime bakıyorum. Yağmur damlaları penceremi ağlatıyor. Gözyaşları birer birer kayıyor. Gecenin yıldızları renksiz. Bu akşam elem var gökyüzünde. Belki kötü bir şey oldu. Sokak lambaları da ağlıyor. Yıldızları düşürüyorlar yere. Yerde birikmiş cansız yatıyor yıldızlar. Bir kalırıma yaslanmış, yığılmışlar. Penceremden dünya karanlık. Güneşin vakt-i zamanı gelmeyecekmiş gibi. Deniz bile kıpırtısız, kulak kesilmiş. O da siyahlara bürünmüş. Memleketimde siyah hayır için giyilmez pek. Penceremdeki aksim uzaklaşıyor benden. Yavaş yavaş… O karanlık dünyanın içine giriyor. Son kez dönüp bakıyor bana. Gülümsüyorum içimden hiç gelmese de. Ve gitti… İçimden bir “ben”i daha kaybettim. 26-12-2009 Yunus Emre KOÇAK

Ben Kayalık Kuşu

Ben kayalık kuşu… Kendimi yücelerde bilirdim hep. Kuş bakışı baktım hep mehtaba. Meğer hayatın daha başında, yerdeymişim. Kendimi kayalıklardan atmam gerekiyormuş uçmayı öğrenmem için. Özgürlük yere basmakta değilmiş. Özgürlüğüme hasretmişim bunca zamandır. Vakit geldi. Şimdi özgürlüğe uçma zamanı! Kendimi kayalıklardan aşağı bırakmam gerekiyor. Başarısız olmaktan korkuyorum. Ama korkum özgürlük hasretimi hiç geçmedi. Uğruna kanatlar çırpıyorum ey gökyüzü! Kucakla sar beni! Ben geliyorum ey hayat! Bunca zaman içindeyim samdım ama geliyorum seni yaşamak için… 04-07-2009 Yunus Emre KOÇAK

Sadece Yalnızım

İstediğim siyah-beyaz dünyada yaşamak mı? Doğrusu bu günlerde zihnimi meşgul ediyor bu sorunun cevabı. görünürde "evet" ve "hayır" olmak üzere iki seçenek var. Ama bunlardan daha tehlikeli olanı ise benim eklediğim "bilmiyorum" seçeneği. Hem biraz arafta hem de nötr bir alan. Can sıkmak için iyi bir bahane olabilir. Çözüm üretmeye çalışıyorum elbette ki. Ancak bazen beyhude bir uğraş gibi geliyor bana. Bazen de soruyu gözardı etmeye çalışıyorum. Hiç böyle bir soru olmamış gibi... Ama o da içtiğim su gibi yokluğunu arattırmıyor. Şimdilerde canım böyle sıkılıyor. Çözümsüz bir sorun olmadığını biliyorum. Sadece yalnızım ona hayıflanıyorum... 30-07-10 Yunus Emre KOÇAK

Sonsuz

Yakın olmalıyım sonsuzluğa. “SON” bana göre değil. Özgürce yürümeliyim sonsuzluğa. Takılıp düşmeden… Kendime engeller türetmeden… Kimi zaman bir ağaca yaslanıp dinlenmeliyim. Kimi zaman soluk soluğa koşmalıyım. Bacaklarımın gücünü denemeliyim. Geceye külhani şarkılarla eşlik etmeliyim. Yeni güne güneşle beraber uyanmalıyım. Her şeyi yeniden keşfetmeliyim. Yokluğu yok etmeden varlığı aramalıyım. “fark”ı ben bulmalıyım. Beni anlayan biri olmalı. Yüreklendirmeli beni. Kimi zaman da yalnız kalmalıyım gökyüzüyle. Şarkılar söyleyip dağıtmalıyım gamı kasaveti. Beni köşeye sıkıştıran düşünceleri bertaraf etmeliyim kimi zaman. Kimi zaman da her şey bitti derken sorunlarım olmalı beni güçlendiren. Sonsuzu arıyorum ben… 2009-03-09 Yunus Emre KOÇAK

Hayaller Diyorum...

Hayaller diyorum. Ne hayallerim var yaşama dair. Pamuk gibi bulutların üstüne uzanıp ayı seyretmek isterim serin bahar gecelerinde… Mehtabı seyretmek isterdim bir falezin dik uçurumunda ölüme yakınken… Bir kuş olmak isterdim rüzgâra karşı uçan… Bir kuş olmak isterdim hiç olmadığım kadar özgür olmuşken… Serin yaz akşamında yağmurun altında iliklerime kadar ıslanmak isterdim… Lapa lapa yağan karın altında kaldırımlarda yürümek ve kara inat gökyüzüne bakmak isterdim… Sonsuzmuş gibi görünen denizlerin üstünden yürümek isterdim batmamacasına… Çimenin çiçeğin renklendirdiği geniş ovalarda yaşamak, koşup oynamak, akşamları sırt üstü yatıp yıldızları seyretmek isterdim… Gözyaşlarımı yağmura karıştırmak isterdim yüklerimin ağırlığına inat… Gökyüzünü boyamak isterdim her sabah… Bir yelkenliyle dünyayı gezmek isterdim, kaybolmuşçasına… Esirliğine toynaklarıyla vuran bir at olmak isterdim, geniş bozkırlarda sonsuza dek koşmak isteyen… Esirliğine son verilen bir köle olmak isterdim… Bir marangoz ol...

Günah

Hayata karşı bir günah borçlu olmak… arafta, her adımı korkarak atmak… Günahın bedeli nereden çıkmalı ki hüzün kasvet yakmasın yüreği. Sabahı bekleyen kör geceler gibi her dakikayı her saniye azapta geçirmek, inanın bana hiç hoş değil. Bir hastanın dibine düştüğü kısır ağrılarla geçen gece gibi. Elbette tarifinde sıkıntı yaşansa da örneklerini hayat bulmak pek de zor değil. Orhan Veli’nin şiiri gibi kelimeler kifayetsiz ama hayat bizim kadar kifayetsiz değil. Kelimeler dökülmese de ağzından çıkartılacak dersleri olan hadiselerle bağrı yanık çorak kelimelere biraz su serpiyor. Hadiselere bizim kadar şairane bakmıyor hayat. Onun bakışında bir kararlılık bir sertlik var. Hükümlerinde taviz yok. Yüreğinde şefkate de yer yok gibi. Bekli de günah borçlu olduğumuz içindir. Alacaklı o iken borçlu olan el açan bizleriz. Malum borçluya inisiyatif kullanılmaz. Biz ne kadar kullansak da, o kullanmaz. Hükmeden o. Sonrasında pişmanlığımızı “Keşke”li cümleler bırakmaz. Bir günahın karşılığı çok hafif...

Her Sabah Sorular

Gidecek yerim var mı? Tutacak elim? Ne yapmalıyım diye soruyorum kendime, her gün. Evet, her sabah… Hafızamı yitirmiş gibi uyanıyorum. Her şey güzel başlıyor aslında. Ama sonra… Hepsi bir bir zihnimde uyanıveriyor. Hatırlıyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum sadece. Oysaki bütün sıkıntıları, dertleri, olumsuz şeyleri hatırlıyorum. Bir tek ne yapacağımı hatırlamıyorum. Bilmiyorum da zaten. Her şey apaçık… Eksiklerim, eksiklikler… Çözümün nasıl ve nerde olduğunu bilmiyorum. Gözlerimi kapatıyorum, belki tekrardan uyurum diye. Nafile. Her şeyi hatırlayınca uykum da sıvışıyor, kaçıp kurtuluyor benden. Beni bir başıma bırakıyor. Kahvaltı, giyinme gibi monotonlukları nasıl yaptığımı bile bilmeden yapmış oluyorum her sabah. Caddeye çıkıyorum ve aksimi izliyorum. Sanki durakta bekleyen ben değilim. Her seferinde korkutuyor beni bu duygu. Kendimi izliyorum. Ne yapacağımı sanki ben karar vermiyormuşum gibi. Seyrediyorum öylece. Birkaç dolu otobüsten sonra nihayet bir tanesi önümde duruyor. O kadar çok...

Varlığımın Savaşı

Varlığın şartını isteyen dünya ve ben… Haykırsam da yokluğumu, anlamayan biçare insanlar varlığımın ispatındalar. Ne kadar kendimi köşelere, evrenime, atmosferime soksam da kendilerinin kurduğu yapmacıklığın çevresine sokmaya çalışıyorlar beni. Ben onları, onlar da beni anlamıyorlar. Hayatı gırgır-şamata olarak addedenler, beni anlamıyorlar en tabi haliyle. İsyana mı kaçıyor yokluğumu söylemem bilmiyorum, ama yıprandığımı da saklayamıyorum. Belki kendi kendimi yıpratıyorumdur, bilmiyorum. Benimkisi içinde yokluğun olduğu bir şarkı işte. Bestekâr var etse de beni, özüm yokluk. Kalmadı artık “BEN”. “Bir ben var benden içre!” diyebiliyorum ama bulamıyorum. Her nota engel oluyor SON’ a. Daha da uzatıyor hayatın yaşanmışlık duygusu olan nakaratları. Ve yorulduğum anlarda duraklıyor muyum? Saatlik nefesler, dakikalar saniyeler… Nefesimi tutmuşum gibi can acısıyla akrep-yelkovan arasında sıkıştım. Belki de saatler ilerlemediğinde nefesimi alacağım. Yokluğumun varlığa, aslıma döneceğim belki d...

Kıssacık

17.01.2010 Bir tek sen eksiksin! Dalgalar, martılar, bulutlar… Sen ve küçük beyaz ellerin… Elime bakıyorum. Sensizlik yerini boşluğa bırakmış. Gözlerim ufukta ve ellerim üşüyor. Orhan Veli’nin şiiri dilime pelesenk oluyor: Her şey birdenbire oldu. Birdenbire vurdu gün ışığı yere; Gökyüzü birdenbire oldu; Mavi birdenbire. Her şey birdenbire oldu; Birdenbire tütmeye başladı duman topraktan; Filiz birdenbire oldu, tomurcuk birdenbire. Yemiş birdenbire oldu. Birdenbire, Birdenbire; Her şey birdenbire oldu. Kız birdenbire, oğlan birdenbire; Yollar, kırlar, kediler, insanlar... Aşk birdenbire oldu, Sevinç birdenbire. Ve sen bazen bahar oluyorsun böyle, bazen de hazan…

Kıssacık

Yağmurları hep sevdim ben. Kâh Arap kızına camdan baktırdım, kâh Arap kızı gibi camdan baktım. Yağmur benim için eğlenceydi. Altında ıslanmak, toprak kokusunu ciğerlerime çekmek çocukluğumun nimetlerindendi. İşten dönen “büyük”ler için çileydi ama biz çocuklar için eğlenceydi sadece. El ele tutuşurduk hep. Sanki yağmur bize paylaşmayı öğretiyordu. “Büyük” olmak yalnız kalmakmış. Yeni öğrendim. Eskiyi özlemek de büyüklüğün şanındanmış… Büyük olmak isteyen kimdi ki… 13.11.2009

Kıssacık

Yağmurlu günlerde puslu camlara yazdım hep. Annem kızardı camlara iz bırakıyorum diye. Oysa ben hiç aldırmazdım. Afacan çocuk haylazlığında yaramazlıklarımı hep yaptım. Camdaki şekli beğenmeyince kolumun tersiyle silerdim. Sildikten sonra artık şekil yapılamaz olduğunu hep unuttum. Ben parmaklarım üşürken aklıma getirememiştim yokluğu. Kaybettiğimin değerini sonradan anladım. Çocukluğun umursamazlığıyla “Boş ver!” dedim kendime ve hemencecik unuttum. Ama şimdi unutamıyorum! Yüreğime hep iz bırakmış çizdiklerim. Annem haklıymış… Ne yaparsam yapayım camda iz kalıyormuş… Yunus Emre KOÇAK 27.03.2009

Öğüt - Sivas Devlet Tiyatrosu

Öğüt “Hayatın içindeki her davranışın başkalarını etkileyen bir sonucu olduğu ve bu sonucun da dönüp dolaşıp kişinin kendisini de etkileyen bir zincirin halkası olduğu…” “Öğüt”ün internet sitesinde konusu böyle açıklanıyor. Her davranışın bir sonucu var ve her davranışın bir başkasını etkiler. Her davranışın bir de nedeni vardır. Davranışı siz ne kadar kötü veya iyi olarak değerlendirseniz de, davranış nedensiz ortaya çıkmaz. Oyunda karısını seven bir adam var. Adamın bir kızı, karısının ise iki oğlu var önceki evliliklerinden. Karısı kanser ve son günlerini yaşıyor. Normal olanı, kanser kadının son günlerini güzel geçirmesini sağlamaktır. Ancak adam bunu yapmıyor. Buraya kadar adama kızıyorsunuz, haklısınız da. Ancak adamın çok iyi bir “neden”i var. Karısını ölesiye seviyor. Onun, karşısında erimesi, bir zavallıya dönüşmesi, sevdiği kadından bir yabancıya dönüşmesi çok mutsuz ediyor. O istiyor ki karısı sevdiği kadın olarak, değişmeden ölüme gitsin. Böyle her gün geçmişi anarak, geçmi...

Duvarların Ötesinde-Sivas Devlet Tiyatrosu

Duvarların Ötesinde Hayatımızı o kadar monoton ve o kadar “normal”ler çerçevesinde yaşıyoruz ki… Bazı şeylerin değerini yitirmeden bilmiyoruz. Her gün yürümemize yardımcı olan bacaklarımız mesela… Bizi konuşturan dilimiz mesela… Hiç de ucuz olmayan hürriyet mesela… Bir gün yataktan kalktığınızda bunlardan birinin olmadığını bir düşünün. Hayatın içinde nefes aldığınızın farkına varırsınız. Yokluklar bunun içindir; varlığı görürsünüz. Oyunda idama mahkûm dört kişi var. Aslında içlerinden bir tanesi müebbede mahkûm edilmiş yaşlılığından ama müebbet ölümden de beter onun için. Mahkûmlar bir yolunu bulup kaçmışlar. Ölümden… Kaçarken bir öğretmeni de esir almışlar. Şu çerçeveden bakınca mahkûmlar karanlığı, öğretmen aydınlığı temsil ediyor diyebilirsiniz. Haklısınız… Ama işler hiç de bu kadar basit değil. Mahkûmlar esirenin sayesinde yemedikleri yemekleri yiyor, giymedikleri giysileri giyiyorlar. Özlemini kurduğu, hayalinde dahi zorlandığı hayat için her şey. Sonra her mahkûmun hayat hikâyes...

Yalnızlar Sokağı

Ve işte gözlerine bakarken yabancıyım… Hafızasını kaybetmiş bir insan olmak için uğraşıyorum. Artık sana uzaklık kadar yakınım. Her köşe başına bir kuşku bıraktım. Sıyrıldım artık paranoyaklıktan. Kuşkular sokağından ayrılıyorum artık. Yanıma kuşkularımı almadan, yeni bir hayat için göç ediyorum. Semtin adını dahi unutturmak istiyorum belleğime. Beynime emirler yağdırıyorum unutsun diye. Anılar sıralanmış ve veda zamanı… Veda etmeyi sevmediğimi biliyorlar oysaki. Yine de veda etmeliyim onlarla. Tatlı ve huysuz komşularım benim… Arada bir misafir olur çaylarını içer sohbet ederdim. Beni mazi denizinde bitmesini istemediğim bir gezintiye çıkarırlardı. Bir çay kadar sıcaktı sohbetleri. Hatırları büyük ben de. Neyse ki vedalaşmayı gözlerim kuru atlatabildim. “Keşke Sokağı”nı geçiyorum, yeni adresime ümit yelkenlerimi şişirerek gidiyorum nereye gittiğimi bilmeksizin. “Korku Sokağı”na da bir selam çakıyorum. Bir zamanlar orada da kalmıştım. Yolculuğum fazla da uzun sürmedi. Yola şimdiye kada...