Ana içeriğe atla

Öğüt - Sivas Devlet Tiyatrosu

Öğüt
“Hayatın içindeki her davranışın başkalarını etkileyen bir sonucu olduğu ve bu sonucun da dönüp dolaşıp kişinin kendisini de etkileyen bir zincirin halkası olduğu…” “Öğüt”ün internet sitesinde konusu böyle açıklanıyor. Her davranışın bir sonucu var ve her davranışın bir başkasını etkiler. Her davranışın bir de nedeni vardır. Davranışı siz ne kadar kötü veya iyi olarak değerlendirseniz de, davranış nedensiz ortaya çıkmaz. Oyunda karısını seven bir adam var. Adamın bir kızı, karısının ise iki oğlu var önceki evliliklerinden. Karısı kanser ve son günlerini yaşıyor. Normal olanı, kanser kadının son günlerini güzel geçirmesini sağlamaktır. Ancak adam bunu yapmıyor. Buraya kadar adama kızıyorsunuz, haklısınız da. Ancak adamın çok iyi bir “neden”i var. Karısını ölesiye seviyor. Onun, karşısında erimesi, bir zavallıya dönüşmesi, sevdiği kadından bir yabancıya dönüşmesi çok mutsuz ediyor. O istiyor ki karısı sevdiği kadın olarak, değişmeden ölüme gitsin. Böyle her gün geçmişi anarak, geçmişi düşünerek ve değişerek değil. Kadına adamın gözüyle baktığınızda kızabilirsiniz, ancak onun da bir “neden”i var. Geride bırakacağı iki oğlunun halini düşünüyor. Ayrıca kocasını her gün başka kadınların koynunda olduğunu bilmek kahrediyor onu. Bu yüzden bitmeyen tartışmalar yapıyor, kavga ediyor, hatta dayak bile yiyor. Oğulları annelerinin son günlerinde bu durumda olmasına dayanamıyor haliyle. Üvey babalarının annelerine yaptığı eziyete çok kızıyor ancak anneleri engelliyor her seferinde onları. Bir de üvey babanın eline bakmak… Buna son vermek için ne yapabileceklerini düşünüyorlar. Hayatlarında yapmadıkları bir şeye karar veriyorlar. O da, soygun. Annelerine son günlerinde Akdeniz’de tatil yaptırmak amaçları... Ağabey, kardeşini ikna ediyor zor bela. Soygunu yapacakları yeri düşünürler beraber. Sonunda bilindik bir yerde karar veririler. Soygun için karar verdikleri yerde mesai bitimi olduğu halde bir kadın ve bir de erkek vardır. Kadın orada çalışanlardan biri, erkek ise patronun oğludur. Soygun başlar. Soyguncu kardeşler ellerindeki silahlarla oradakileri etkisiz hale getirir, kasayı da bulurlar. Ancak şifre gerekmektedir. Bu esnada kadının tavırlarındaki gariplik dikkatimizi çeker. Şifreyi patronun oğlunun bildiğini söyler. Sanki onun ölmesini ister gibi davranmaktadır. Kadın soyguncu kardeşlerden birinin yanına yaklaşır ve silahı almayı başarır. Silahı önce soyguncu kardeşlere, sonra da patronun oğluna çevirir. Soyguncu kardeşlerden ağabey silahın boş olduğunu söyler. Ancak silah ateş alır… Korkuyla ürperirsiniz o an. Yerde yatan bir ceset ve bir katilimiz olur böylece. Şimdi siz burada kadına şüpheyle bakarsınız. Aklınızda sorular oluşur. “Silahı ateşlemesinin elbet bir nedeni var!” diye düşünürsünüz. Evet, bir “neden”i var. Soygun gerçekleşmeden önce patronun oğlu kadına çok iyi davranır, ona sürprizler yapar ilk başlarda. Ancak sonra birden tavırları değişir, bir zorbaya dönüşür ve kadının rızası olmadan ona sahip olur. İşte şimdi kadına hak verdiniz, değil mi? Kadına zorla sahip oldu diye patronun oğluna da kızabilirsiniz. Oyunun sonlarına doğru öğreniyorsunuz ki patronun oğlu, pek de iyi geçmeyen bir çocukluk döneminden geçmiş. Başından bir trafik kazası geçmiş ve babası dışındaki herkesi kaybetmiş. Babası annesinin kırkı bile çıkmadan başka bir kadınla evlenmiş. Bu yüzden hiçbir kimseyi tam anlamıyla sevemiyor. Her şeyde çıkarını arıyor, o kadar. Böyle halde olan birisinden normal davranışın beklenmeyeceğini düşünüyor ve patronun oğlunu da suçlayamıyorsunuz. Ve sizdeki önyargıyla yaklaşma mekanizması kırılır böylece.
Oyundan çıktığınızda karışık duygular içinde bulursunuz kendinizi. Acaba o gün yargıladığınız kişinin “neden”i neydi? Ne kadar da çok yargıya vardığınızı görürsünüz. Oyun sizi biraz sarsar ve kendinize getirir biraz.

Yunus Emre KOÇAK
2010

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Penzberg Günlüğü

Uzun bir aradan sonra tekrardan merhabalar. Bugün sizlere daha önceden kaleme almadığım bir türde yazı paylaşacağım; gezi notları. Ara tatilde Almanya'nın güneyine kısa bir gezi yaptım. Gezide gördüklerimi, gözlemlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Umarım zihninizde güzel bir yolculuk olur. "İnsanlara gemi yaptırmanın yolu onlara marangozluk öğretip görev vermek değil, engin denizlerin özlemini aşılamaktır". Saint Exupery Yolculuğum Sivas'tan İstanbul'a uçak seyahtiyle başladı. Yeni yapılan İstanbul Havalimanı inanılmaz derecede büyük ve içerisi alışveriş merkezlerinin bulunduğu kocaman bir çarşı... Her milletten insanla karşılaşıyorsunuz. Değişik bir iklime sahip. İnsan seli deamlı bir yerden bir yere yürüyor. Dinlenme sayılacak bir bekleyişten sonra Münih uçağına geçtik. Bizim uçak D11 kapısındaydı. D harfinde toplam 17 kapı var. Diğer kalan harfleri de çarpıp toplarsanız kasttetiğim havalimanının büyüklüğünü tahayyül edebilirsiniz. Münih uçağından aklımda kal...

Innsbruck Günlüğü 1. Bölüm (Şehir)

Gezi yazısının ikinci kısmından merhabalar. Bu yazıda size Avusturya'nın Innsbruck şehrini anlatmak istiyorum. Inns nehri yanında bulunan şehrin, isminin ikinci kısmı köprü anlamına geliyor. Innsbruck'u beni akrabam sevgili Zekiye BALDIK gezdirdi. Yol boyu şahane sohbeti ve şehirlere ait fantastik bilgileri sayesinde çok güzel bir gezi oldu. Almanya'dan Alp Dağlarını aşınca hemen Avusturya'ya geçmiş oluyorsunuz. Büyüleyici göl manzaraları, dağ manzaraları ve tarihi birçok mekanı görme şansım oldu. Gittiğimizde hava kapalıydı. Normalde bu mevsimde haftalar süren kapalı havaya ben bir gün denk gelmiş oldum. Benim için farklı bir fırsat kapısı oldu; Swarovski müzesi ve Schloss Ambras'ı (Ambras Kalesi) gezme şansım oldu. Ki çocukluk hayalimdir müze gezmek. Beni çok büyüler. Tabi bu iki müzenin dışında şehir merkezini de turladık. Bir binanın çok ilginç bir yanı varmış, gözlerimiz büyülendi, The Golden Roof (Altın Çatı). Binanın bir kısmında bulunan çatı, saf altından ya...

Gerçekten Duygu

Uzunca bir süreden sonra merhabalar. Umarım geçen süre içinde güzel vakit geçirmişsinizdir. Bu yazıda yaşam ve gerçeklik üzerine bir şeyler yazmak istiyorum. Tabi ki olmazsa olmazım duygular üzerinden bahsedeceğim. Son zamanlarda zihnimi işgal düşünce; "yaşam, gerçekliğe ulaşma, gerçekliği yaşama savaşıdır". Duyguların ve mantığın arasında gidip gelirken en fazla eğilimin mantıklı davranma, yaşama üzerine olduğunu görüyorum. Mantıktan kaideler, mantıktan planlar kuruluyor ama dışarıdan bakıldığında da her şey mantıksız görünüyor. Birçok felsefe, psikoloji ve psikiyatri ekolü algı üzerinde dönüp dolanıyor. Felsefe algıladığımız dünyanın gerçek olup olmadığıyla tartışırken, psikoloji bilimi algıları kabul edip yönetilebileceğini açıklamaya çalışıyor. Nöroloji ekolleri de algının nöral ağları üzerinde deneylerle ispat peşinde. Üç görüşü de eleştiriyor değilim. Üçünden de beslenildiğinde gayet sağlıklı bir sonuca gidilebilir. Gerçekliği algılamamızı engelleyen bir şeyler var; duy...