Eskimiş paltomu attım sırtıma. Gereğinden fazla gıcırdayan kapıyı açtım ve eğilip botlarımı giydim. Her zaman ki gibi bağcıkları düğümlenmiş... Merdivenlerden yavaşça indim. Böylesine taze, nazlı gelin gibi süzülerek düşen karları gördüm merdiven dairesindeki camlardan. Apartmanın giriş kapısını açtım ve buram buram ferahlık getiren havadan ciğerlerime çektim. Şöylece bir etrafa baktım... Kar... Kar her yanı kaplamış ve kutsanmışlığın içinde ben... Sokak kapısını araladım ve sokağa süzüldüm. Duydum o an sesini. Çok tanıdık ama şaşkınım şimdi. Bir viyolonsel sesi. Çevreme baktım. Belki açık bir pencereden fırlıyordur diye. Hayır, hiç de rastlamadım. Sesi takip edeyim dedim sanki her yerden geliyor. Olduğum yerde şaşkın şaşkın döndüm. Bir o tarafa bir tarafa, gırç gırç. Yok. Biri benimle dalga mı geçiyor! Sesin sahibini bulmaya çalışırken sesin büyüsüne de kapılıyorum. Ne kadar zarif, ne kadar alımlı. Gözlerimi kapadım bir an. Zamanın kaybolup, çekildiğini hissettim. Sokağın köşesinden kıvrılıp gitti. Bütün günü, yorgunluğu, neden evden çıktığımı unuttum. Bütün sancıların son bulması an meselesi sanki. Ne kadim ne Rahim bir ses. Her ezgisinde sanki Samanyolu'nun bir sarmalını geçiyorum. Kalın sesten ince sese geçtikçe ayak parmaklarımda yükseliyorum -istemeden-. Renk cümbüşünün içindeyim artık. Günün siyahı beyazı kalmadı. Renkler coşuyor, renkler koşuyor, renkler şeker gibi kokuyor. Rengi koktuğunu duymamıştım şimdiye kadar. Merakımı hatırlıyorum bir anda. Gözlerimi hafifçe aralıyorum. Zaman hemen koşup geldi, karşı duvara oturdu. Sesin sahibini aradı gözlerim. O an sokak lambasının altında olduğumu farkettim. Kaldırdım başımı. Karların sarı ışıktan üstüme dökülüşünü izledim. Yüzüm gözüm karların pamuktan olmadığını hatırlatan ufak soğuklarla kapladı. Gözlüklerimde eridi kar. İşte o an mucizenin farkına vardım: karlardan geliyordu ses. Düşerken ki raksına göre ezgi değişiyordu. Soğuktan değil ama şaşkınlıktan dondum kaldım. Daha önce farketmemenin hayıflanmasını yaşayarak öylece kaldım. Gözüm zamana ilişti. Biraz daha zamandan kopmanın zararı olmaz diyerek gözlerimi yavaşça kapattım. Zaman bu sefer kurumuş bir ağacın arkasında kayboldu. İşte, duyuyordum. Kulak kesildim, nefesimle bile bölmek istemedim. Bir suyun nazlı akışı gibi çıkıyordu ezgiler. Dertlerden, dünyadan uzağım şimdi. Yavaşça açtım kollarımı. Ellerimde teker teker eridi notalar. İşte huzur dedim kendi kendime. Gözlerim kapalı. Bir anda olduğum yerden bir parça ayrıldı benden. Ruhum gibi saydam. Yükseldi, yükseldi. Tepeden bakabiliyordu bana. Sonra döndü eve baktı. Yükseldi, evlere baktı. Sanki evlerdeki hikayeleri işitir gibi. Yükseldi, semte baktı, ışıklar nizama sokulmuş. Yükseldi, şehrin diğer semtlerini görüyordu. Yükseldi, dağların ardındaki küçük sarı ışık öbeklerini gördü. Yükseldi, bulutların arasına daldı. Daha da yükseldi yakın şehirleri gördü. Yükseldi, ülkeleri, ışık dalgalarını gördü. Ufukta güneş ışıkları sekiyordu. Sonra hızla küçüldü ve düşmeye hızlandı. Geldiği bütün yollar gözümde hızlıca aktı. En sonunda ulaştı bana. Göz göze geldik. Okudum merakını, daha fazlasını bilmek istiyordu. Söz verdim, başaracaktık bunu. Bir kar gibi eridi yüzümde. Yavaşça açtım gözlerimi. Zaman yine duvarın üstüne tünemişti. İndirdim kollarımı. Kar yine atıştırıyordu. Duyduğum en güzel sesle yürüdüm epey bir zaman. Kayboldum. Bilmediğim sokaklarına girdim şehrin. Yerde bir şey ara gibi merakımın ne öğrenmek istediğini sordum kendi kendime. İnsanları diyordu, insanları merak ediyorum. Nedeni nedendir, niçini niçin? Farklılığını nedir, anlaşması ne? Elim cebimde gezdim, dolandım durdum. Artık merakım benim işim.
Hoş merak ile.
Yorumlar
Yorum Gönder