Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Temmuz, 2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Kültür Aşığı

Evet, kelime anlamı kadara kültür aşığıyım. İnsanoğlunun kurduğu medeniyetleri, savaşları, barışları, en çok da ilerletmeye çalıştıkları bilimi merak ediyorum. Hem bu merak içimde önleyemediğim bir istek. Hoş önlemek de istemem doğrusu. Coğrafya şartlarının verdiği zorluklar, sağladığı kolaylıklar ve insanoğlunun kurnazlığı çok orijinal. Bazen tek bir tiranın isteği yerine gelsin diye tarihin akışı değişirken bazen de bir afetten kaçmak için haritalarda yerler değişiyor. Her şeyi göze alıp savaş çağrıları yapılırken bir anda tabiatın hışımına da uğranabiliyor. En sanatsız sayılabilecek dönemlerde bile içerde biriktirilen tepkiler sanatın başka formunu doğurabiliyor. Pandomim örneği gibi. Bir yanda balıkçı eşlerinin ardından Fado şarkıları yazan, söyleyen Portekizli kadınlar bir yanda da bitmeyen savaş çağrılarını bastırmaya çalışan Mezopotamya kadınlarının ağıtları...  Dünyanın bir tarafında savaş ağrıları varken bir tarafında da uzak Asya'da kişisel gelişim ritüelleri için keşfedi...

Nereye Aitim?

Çocukluğumuzda hiç düşünmediğimiz, lise dönemi ergenlikte de öfke patlamalarında özgürlük söylemlerinden dolayı kendimizle konuşamadığımız bir şey var; ait olmak. En çok da; nereye ait olduğumuzu düşünür hale geldiğimiz, huzurumuzun kaçtığı, koşuşturmalar içinde sinir yorgunluklarının olduğu bir dönemde hatrımıza gelir. Ee, nereye aitim ben? Ayrılıklar ilk başta özgürlük söylemlerinin gerçekleşmesi gibi görünse de zaman geçtikçe işin rengi, tadı, tuzu değişir. Bir otobüs yolculuğunda düşer aklımıza. Gitmek ya da gelmek neye yakınlaştırır? Gelmenin ya da gitmenin tanımı değişir. Eskiden gurbete çıkardık, yani giderdik. Ama ne hikmetse gittiğimiz yerlerde bir şeylerimizi bırakmışız gibi dönüşümüzde eksik bir yanımız vardır artık. Alıştıkça gittiğimiz yerlere daha bir bağlanıyoruz. Bu sefer de "evim" dediğimiz yer neresi karıştırıyoruz. İki yer için iki ayrı kişilik oluşuyor. Bu kişiliklerin alışkanlıkları, davranışları, rolleri bile değişik oluyor. Anne baba evinde hep çocukken...

Mavi'ye Özlem

En savaşçı çağrıları bile kendine diz çöktürmüş, hücum emri borazan seslerini bastırmış bir ses vardır yeryüzünde. Göremezsiniz onu ancak o size sesini her halükarda dinletir. Kimi zaman bir araba yolcuğunda uzayıp giden görüntülerin ardından rüzgarla gönderir sesini. Kimi zaman da antik bir sütun kalıntısının kenarına köşesine saklanmış, muzip bir çocuğun heyacanı gibi seslenir. Bazen de çöreklenmiş bezgin bir sıcağa ağaçların gölgesinden hayıflanarak bağırır durur. Ne savaşlar durdurmuştur ne de barışlar, düğünler, taht kavgaları, çocuk doğumları, yaş kutlamaları... Hani sese alışmasanız çıldırtır zamanla. Bu aralar deniz özlemi çekiyordum. Rutin çarşı yürüşümü yapmak için evden çıktım. İlk başlarda farketmemiştim ama yokuş aşağı inerken bizim muzibin sesini kulak ardı ettiğimi farkettim. Dikkat kesilince işte o ses dedim. Can hıraç ötmesinden tanıdım; cırcır böceği. Nasıl desem, sanki denizi gördüm. Yer toz gibi kumla kaplandı, kısa ağaçlar, zeytin ağaçları çıktı sağdan soldan, karş...

Sentezden Paylaşmaya...

Temeli doldurulmamış ve birini inandırmak için yapılan tartışmalar, suçlayıcı olduğu kadar insanların yanlış fikirlerin tutucu birer savunmacısı olmasını sağlar. Fikirleri savunmak savaşın başladığının habercisidir. Yapılabilecek en faydalı şey doğruya ulaşmak adına fikir paylaşmaktır. Evet, fikirler de paylaşılabilir. "Benim bakış açım böyle ama doğrusu olduğundan emin değilim!" minvalindeki bir yaklaşım söyleyen kişinin de içindeki tez-antitez tartışmasındaki sentezdir. En kaliteli fikir paylaşımları sentez-sentez sayesinde gerçekleşir. Aslında burada farkedilmesi gereken bir nokta insanın kendi içinde de tez-antitez tartışmasını yapabileceğidir. Bu bir olgunluk alametidir. Bu tarz bir içsel paylaşımı yapabilmek için kişinin kendisiyle konuşması gerekir. Kültürümüzde kişinin kendi kendisiyle konuşması delilik alameti sayılabilir. Ancak bu doğruyu yansıtmaz. Bütün bilgelik ritüellerini araştırırsanız bireyin kendini keşfetmesi, kendi iç sesini dinlemesi alıştırmalarının oldu...

Viyolonsel Kış

 Eskimiş paltomu attım sırtıma. Gereğinden fazla gıcırdayan kapıyı açtım ve eğilip botlarımı giydim. Her zaman ki gibi bağcıkları düğümlenmiş... Merdivenlerden yavaşça indim. Böylesine taze, nazlı gelin gibi süzülerek düşen karları gördüm merdiven dairesindeki camlardan. Apartmanın giriş kapısını açtım ve buram buram ferahlık getiren havadan ciğerlerime çektim. Şöylece bir etrafa baktım... Kar... Kar her yanı kaplamış ve kutsanmışlığın içinde ben... Sokak kapısını araladım ve sokağa süzüldüm. Duydum o an sesini. Çok tanıdık ama şaşkınım şimdi. Bir viyolonsel sesi. Çevreme baktım. Belki açık bir pencereden fırlıyordur diye. Hayır, hiç de rastlamadım. Sesi takip edeyim dedim sanki her yerden geliyor. Olduğum yerde şaşkın şaşkın döndüm. Bir o tarafa bir tarafa, gırç gırç. Yok. Biri benimle dalga mı geçiyor! Sesin sahibini bulmaya çalışırken sesin büyüsüne de kapılıyorum. Ne kadar zarif, ne kadar alımlı. Gözlerimi kapadım bir an. Zamanın kaybolup, çekildiğini hissettim. Sokağın köşesin...

Yaşam Kusancı

"Floraennui -Çiçek Kusancı" Ruh doktorları bir hastanın çiçeklere karşı kayıtsızlığına klinik depresyon semptomu gözüyle bakar. Güzelliğe karşı kayıtsızlık da denilebilir. Her şeyden el ayak çekip izole bir yaşam sürmeye başlamak daha ileri evresi. Jiddu Krishnamurti'nin de dediği gibi iletişim çok zorlu bir süreç. İletişimden kopan o kadar kişiyi görünce bu sözü daha iyi anlar hale geliyoruz. İnsan dünyasının olmazsa olmazı sosyal yaşamı dizayn eden şey, iletişim. Nörologlar her yeni tanışılan kişiyle birlikte beyinde yeni sinaptik sistemin kurulduğunu söylüyorlar. Bu iş içinde beyinde harcanan enerjinin azımsanmayacak kadar olduğunu da söylüyorlar. Evet, daha fazla yorulmaya başlayan bizler de gözlemlemeye başladık. Haftasonları evimizden çıkmayıp, dinlenme telaşı içindeyiz. Ama dinlemiyoruz bir türlü. Pazartesi sendromları doğurduk. Daha cumadan canımız sıkılmaya başlıyor. Sağlık, barınma ve geçim için kazandığımız paralar da yetmiyor. Çünkü her şeyin başı olan sağlığ...

Hülâsa

"Başkalarıyla besleniyoruz; ikinci el insanlar olduk. İşte bu yüzden biriyle serbestçe konuşmak çok zor. Her iki tarafın da açık fikirli olması gerekir." En son ne zaman bağımsız düşündük ki! Evet ikinci el insanlar olduk artık. Hep birilerinin fikir savunucusu, taraftarı, sempatizanı olduk. Elimizde kalanda bizden bir parça arar olduk ama nafile. Belki de bu eskiye özlem bundan sebeptir. Daha on beş yaşındaki genç bile çocukluğundaki günleri "ah o günler" serzenişiyle yadediyor.  Ne gariptir geçmişi olmayanın bu kadar değişimden başının dönmesi.  Ne hikmetse her gün haberlerde "insanlık"ı arıyoruz. Başkalarının fikirleriyle başkalarını yargılayıp kendimizi mevzunun Guru'su ilan ediyoruz. Sanırsınız o konunun otoritesi bizdik ve her türlü yargılama müstahak. O kadar çok varyasyon ve kombinasyon var ki, kimin kimin inancıyla yargıladığını kestiremiyoruz. Müthiş bir bilgi kirliliği var. Bilgiye ulaşan -iyi niyetli değilse- kişi hemen bir manipülasyonun ...

Güvercin

Odanın köşesine bir şömine ilişti. Pencere önünde küçük renkli saksılar ve içlerinde de bir o kadar renkli hercai menekşe, papatya ve sümbüller. Dışarısı kar. Hatta şehri ilahi beyazlığın içinde seçmek zor. Hemen dışarıda ağaçlar, karlarla süslenmiş. Bir güvercin pencere önüne konuverdi ansızın. Göz göze geldik. Komikti aslında. Göz göze gelmiş bir adam ve bir güvercin. Hani adam konuşmaya başlasa ya da hareket etse güvercin hemen kaçıverecek. Sahi neden bu kadar korkaktır güvercinler? Koruma içgüdüsünden mi ? Bir şair güvercinlere ancak şiir yazabilir dedim kendi kendime. Öylece kalakaldım, kımıldamadım. Şimdi dedim -nasıl olsa sesimi duymuyor- sana bir şiir ya da hikaye yazmak gerekir. Ya da ihtiyacın sadece ekmek. "Şiirlerin, hikayelerin karın doyurmuyor abi" dese, cevap veremezdim. O an korktum. Şiirin, hikayenin mi yoksa bir parça ekmeğin mi daha anlamlı olduğunu düşündüm. Ben hayal ettiğim şöminenin başında, dışarıdaki soğuktan korunmuş bir şekilde karnı tok şiir düşünü...

Mektubat-ı Rüzgâr

H anımefendi bu işin ciddiliği kalmadı artık diyorum. Yoksunuz ne zamandır. Ne resim ne bir yazı. Nereye kayboldunuz. Yokluğunuz hissedilmez mi efendim? Lütfen değerinizin farkına varın. Size sadece yazı yanaşır. İskelenizin imbatlarına  taktık yazımızı, şöyle ebemkuşağı, telli duvaklı. Yok yok şişenin içine atmadık. Aslında akıl etmedik değil de bizim buraların rüzgarı vardır, ona güvendik sadece. En güzel lütuflardan sesi de taşır ya hani. Eh, bizimkisinin de kuyruğuna bir hüzünlü bir şarkı taktık. Bilmem geldi mi oralara. Sizin orası sıcaktır bilirim. Bu hüzünlü şarkı da nereden çıktı demeyin, beğenmezseniz -nedamet yapmaz rutubet yapmaz- karşı bir pencere açın uçuverir zaten. Efendim, gölgemiz de yoktur bizim. Öyle ermişliğimizden değil -haşa- bizim cüssemizin lafzı bile yoktur. Utandığımızdan kimseye gölge etmeyiz. Bazıları pek sever, ihsan sayar. Sizden ricam kabul buyurdunuzsa bizim yazıyı o hüzünlü şarkıyla okumanız. Hani bu işin tadı tuzu da bu müziktir. Biz çok severiz mü...