Ana içeriğe atla

Yaşanmış Talihin Yazgısını Hiç Kendin Olarak Yaşadın mı?

Dijital çağının yaşandığı şu günlerde herkesin aklını bir soru işgal ediyor; yaşayan ben miyim? Sosyal medya, oluşturulan ideal benlikler derken midemizin kaldıramayacağı yükseklik, o uçup kaçmalar bizi kendimizi sorgulatır hale geldi. İsmet Özel, “kafa karışıklığı iyidir, insana kafasının olduğunu hatırlatır.” der. Yerinde bir söz. Evet, bizim kendimizi sorgulamamız tabii ve sağlıklı bir şeydir. Toplumda “sorgulama” kelimesi ne kadar öcü gibi görünse de öyle değildir. Korkmayın efendim. Şimdi başlıktaki iki kelimenin soruya nasıl bir nüans kattığından bahsetmek istiyorum. “Yaşanmış talih”. Bizler dünyaya gelip nefesimizi almaya başladığımızdan itibaren tamamen geçmişten bağımsız yaşayamıyoruz maalesef. En bilinir tabirle DNA’mıza işlenmiş kodlar var efendim. DNA derken tabi kastedilen genelde fiziksel rahatsızlıkların gen yoluyla bize geçmesi. Bizim bilmediğimiz hatta ucunu bucağını kestiremediğimiz bir geçiş var ki, etkisi çok büyük. Kuşaklararası ve kuşakaşan olarak kısadan ikiye ayırabileceğimiz psikolojik geçmişin aktarımıdır. Eğer bir birey soy geçmişinde bir rahatsızlığın kendisine miras kaldığını biliyorsa ve farkındalık oluşmuşsa buna kuşaklararası, eğer bilmiyor ama sorun yine devam ediyorsa kuşakaşan diye tanımlanıyor. Bu araya küçük bir bilgi hatırlatalım; ruhsal yapı ve fiziksel yapı birbirini etkileyebilir. Şimdi size tanıdık bir kaç cümle yazalım; evet, evet o aile hep kanserden öldü, onların hepsi tansiyon hastası, o aile mutlu olmasını bilmez ki Nemrut gibi suratları var... İnsanın aklını gıdıklayan soru bir ailede aynı hastalıkların yaşanması mümkün mü? Yani gözümüzle gördüğümüze göre mümkün. Biz doğmadan önce bizim şifalandırmamız gereken bir yapıyla doğarız. Gabor Mate’nin Vücudunuz Hayır Diyorsa diye şahane bir kitabı var. Kendisi doktor olan Gabor, belli hastalıkları yaşayan insanların hastalık öykülerini alırken ortak birkaç bulguya denk geliyor. Azımsanmayacak çoğunluğunun hayatta çok “hayır” diyemediğini fark ediyor. Evet basit bir hayır. Beynin bazı duygusal acıları bedene fiziksel acı olarak kodladığını biliyorsanız buna inanmanız daha kolay. Ruhsal olarak sağlam bir yapı aslında sağlam bir fiziksel yapının da gereğidir. Doktorların şahit olduğu ve şaşırdığı bir olay vardır; hastaya fiziksel bir hastalık bulgusunun olmadığı ancak ruhsal olabileceği söylendiğinde hastalar genelde “oh, şükür sadece ruhsatmış!” der ve rahatlamış şekilde döner gider. Oysa ki ortada tedavi edilmiş bir şey yok. Sanat gibi ruhun gıdası olan alanların neden değer görmediğini de anlıyoruz az çok. Şimdi gelelim “talih” meselesine. Sizden öncekilerin ne yaşadığı tamamen sizin talihiniz. Buna inanç çerçevesinde kader diyenler olabilir. Tabi ki denebilir de. Talihi kasten kullanarak buradan bir kapı aralamak istiyorum. Gayem bilişsel bir tartışma çıkarmak değil. Biz genelde talihi, olumsuz şeylerle eşleştirdiğimiz için bize pek de güzel şeyler sunmaz. Ancak kelime anlamı Türk Dil Kurumunda şanstır. Talih değil de şans kelimesini kullansak sanki olumlu bir hava doğuyor. Evet ben buradan yürüyeyim; geçmişin getirdiği olumsuzluklar bizi zorlayacak, bizi pes etmeye çalışacak, belki de hayatı çekilmez kılacak ama daima bizi bileyecek, bizi kabiliyet yoluna sokabilecek. Sağlam bir ruh sağlığı olan kişi ruhsal yapıdaki olumsuzlukları çözmeyle uğraşır. Ancak çoğunluğumuz sanki bunu bir serzeniş için bahane olarak kullanıyor. Şansı kullanma burada devreye giriyor. Geçmişininin olumsuzluklarından bir şeyler öğrenip kendini inşaa ettin mi? Kendin gibi yaşamak geçmişi, kültürü, aidiyeti reddederek oluşur mu? Her zaman olduğu gibi düşüncelerimin akışını kelimere sığdıramayarak yazıyı burada sonlandırıyor, sizi sorularla baş başa bırakıyorum. Kendinizi bulduğunuz günlerin temennisiyle, hoşçakalın. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Penzberg Günlüğü

Uzun bir aradan sonra tekrardan merhabalar. Bugün sizlere daha önceden kaleme almadığım bir türde yazı paylaşacağım; gezi notları. Ara tatilde Almanya'nın güneyine kısa bir gezi yaptım. Gezide gördüklerimi, gözlemlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Umarım zihninizde güzel bir yolculuk olur. "İnsanlara gemi yaptırmanın yolu onlara marangozluk öğretip görev vermek değil, engin denizlerin özlemini aşılamaktır". Saint Exupery Yolculuğum Sivas'tan İstanbul'a uçak seyahtiyle başladı. Yeni yapılan İstanbul Havalimanı inanılmaz derecede büyük ve içerisi alışveriş merkezlerinin bulunduğu kocaman bir çarşı... Her milletten insanla karşılaşıyorsunuz. Değişik bir iklime sahip. İnsan seli deamlı bir yerden bir yere yürüyor. Dinlenme sayılacak bir bekleyişten sonra Münih uçağına geçtik. Bizim uçak D11 kapısındaydı. D harfinde toplam 17 kapı var. Diğer kalan harfleri de çarpıp toplarsanız kasttetiğim havalimanının büyüklüğünü tahayyül edebilirsiniz. Münih uçağından aklımda kal...

Innsbruck Günlüğü 1. Bölüm (Şehir)

Gezi yazısının ikinci kısmından merhabalar. Bu yazıda size Avusturya'nın Innsbruck şehrini anlatmak istiyorum. Inns nehri yanında bulunan şehrin, isminin ikinci kısmı köprü anlamına geliyor. Innsbruck'u beni akrabam sevgili Zekiye BALDIK gezdirdi. Yol boyu şahane sohbeti ve şehirlere ait fantastik bilgileri sayesinde çok güzel bir gezi oldu. Almanya'dan Alp Dağlarını aşınca hemen Avusturya'ya geçmiş oluyorsunuz. Büyüleyici göl manzaraları, dağ manzaraları ve tarihi birçok mekanı görme şansım oldu. Gittiğimizde hava kapalıydı. Normalde bu mevsimde haftalar süren kapalı havaya ben bir gün denk gelmiş oldum. Benim için farklı bir fırsat kapısı oldu; Swarovski müzesi ve Schloss Ambras'ı (Ambras Kalesi) gezme şansım oldu. Ki çocukluk hayalimdir müze gezmek. Beni çok büyüler. Tabi bu iki müzenin dışında şehir merkezini de turladık. Bir binanın çok ilginç bir yanı varmış, gözlerimiz büyülendi, The Golden Roof (Altın Çatı). Binanın bir kısmında bulunan çatı, saf altından ya...

Gerçekten Duygu

Uzunca bir süreden sonra merhabalar. Umarım geçen süre içinde güzel vakit geçirmişsinizdir. Bu yazıda yaşam ve gerçeklik üzerine bir şeyler yazmak istiyorum. Tabi ki olmazsa olmazım duygular üzerinden bahsedeceğim. Son zamanlarda zihnimi işgal düşünce; "yaşam, gerçekliğe ulaşma, gerçekliği yaşama savaşıdır". Duyguların ve mantığın arasında gidip gelirken en fazla eğilimin mantıklı davranma, yaşama üzerine olduğunu görüyorum. Mantıktan kaideler, mantıktan planlar kuruluyor ama dışarıdan bakıldığında da her şey mantıksız görünüyor. Birçok felsefe, psikoloji ve psikiyatri ekolü algı üzerinde dönüp dolanıyor. Felsefe algıladığımız dünyanın gerçek olup olmadığıyla tartışırken, psikoloji bilimi algıları kabul edip yönetilebileceğini açıklamaya çalışıyor. Nöroloji ekolleri de algının nöral ağları üzerinde deneylerle ispat peşinde. Üç görüşü de eleştiriyor değilim. Üçünden de beslenildiğinde gayet sağlıklı bir sonuca gidilebilir. Gerçekliği algılamamızı engelleyen bir şeyler var; duy...