Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Eylül, 2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Kavgam Denizle

Denize döndüm, "sen sadece sudan ibaretsin dedim. Üstüme yürüdü durmaksızın. "Rüzgardan yüz buluyorsun yoksa bir hiçsin" dedim. Bu defa iyiden iyiye dayılandı. Yutmak istiyordu beni. Belli ki öldürmekti niyeti. Bendeki cesarete ne demeli. Koskaca denize kafa tutuyorum. Hayır, alkol falan almadım. Esrar falan da çekmedim. Sadece boşluk var içimde. Dolduramadığım, günden güne derinleşen boşluk. Boşluğun ne olduğunu sormayın, ben de bilmiyorum çünkü. Benden giden ne onu da bilmiyorum ki yerine yenisini koyayım. Uyku da uyutmuyor bu meret. Bütün gece yatakta dön dur... Keşke bu kadar uykusuzlukla kolkola olan yorgunluğa rağmen cesaretimin nerden geldiğini bilsem. Belki son kırıntıdır o da... İlk başlarda dalgacı denizin yanı başında yürüyordum. Başım öne eğik. Bilmediğim bir dert daha yakalamıştı belli ki. Ağır ağır attığım her adımda deniz, yavaştan coşmaya başladığını önüme iteklediği her dalgada hissettirmeye başlaşmıştı. Sivas'ın kara kışlarına dayanabilmiş botum olm...

Hiçlik Makamı

Hiçlik makamına bir adım daha atıyorum. Sanmayın ki yok oluyorum. Var olmaya gidiyorum. Yol üzerindeyim, dilimde özgürlük türküleri... Güneş çıkar dağların arasından yurdumun üstüne. Bir sabah daha olur ve vakit yine tazedir moral verir. Bütün sıfatlardan sıyrılmaya çalışırım. Çoğu kez sırf bu yüzden "ben yokum" diyen sessiz çığlıklar atarım. Zahit libası geçirdim üstüme. Yalanlarla örülmüş düzene başkaldırdım. Gezdim, arşınladım alemi. Gördüm gerçek ile yalan söyleyenin halini. Külhaniyim, almışım elime koka tesbihimi. Hem sabrederim hem de baş kaldırırım. Çoğu zaman yürürüm. Bilmek isterim her kaldırım ne anlatır. Şehri dinlerim. Herkes balık misali akar gider bir kayalığa, ben çıkarım üstüne onları seyrederim. Gah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi, gam inerim yeryüzüne seyreder alem beni... Gülen bir çehreyi katık ederim kendime. Yokluğa sevinirim çoğu zaman, varlığa yaklaşırım böylece. Riyakarlık sevmem. İnsan olmalı ilk önce sevabıyla günahıyla...

Şuh Kadınım: Hazan...

Şahdamarından yakaladım hazanı, öpüşü nisa kokuyordu. Hazılanıyordu belli ki, şuh bir kadın edasında soyunuyordu. Hırçınlaşıyordu sevmeyenler için. Arzu ediyordu sevilmeyi, hem de delilercesine... Hakediyor elbetteki. Kendisini sevmek isteyene bütün güzelliğini sunuyordu. Hazan... Kimisi bu mevsim için ayrılık kokar der. Ancak benim gibi yalnızlar görür böylesine feyezanı. Hazan herşeyiyle doğurgandır. Kusana kadar yazdırır insanı. Gözler uykuyla cebelleşir, biraz daha görebilmek için güzelliğini. Oturursunuz sahile... Burnunuza rüzgarın armağanı yosun kokusu... Kulaklarınızda insanın başını döndüren davetkar ezgiler... Gözlerinizdeyse bakmaya doyamadığınız hırçın dalgalarıyla hazan... Şuhtur, vakit geçtir. İnsana yalnızlıkla çöker saat. Dakikalar geçmez. Gözlerinin heryerindedir. Bir bir kaydedersin herşeyini. Unutmamak için beynine emirler yağdırırsın. An be an kaydedersin herşeyi. Hergün bitmesini istemezsin bu ziyafetin. Sindirerek emersin her güzelliği. Sanki her defasında "b...

Yolculuk

Uçuyorum göğe doğru... Bir yalnızlık yakalıyor beni. Yalınlığın en yalınlığı... Üşüyorum. Sonra kollarımı açıyorum, kucaklar gibi yokluğu... Sonrası sonsuzluk diyorum. "İşte sonunda" diyorum çelişkiyle. Bir güç itekliyor beni, gerisin geri dönüyorum aniden. Varlığa... Varlıkla yokluk arasında, arafta boşlukta, zamansız, mekansız... Hiçbir yere ait olmamanın verdiği hüzünle çöküyorum. Yaşlanıyor ellerim. Derim eskisi kadar pürüzsüz değil. Merdivenler daha acımasız artık inadıma. Hayat yaşlı akıyor ben yaşlanıyorum. Ben yaşlanıyorum hayat yaşlı akıyor. "Şimdilik" diyorum, kabülüm. Zaten geleceği düşünemiyorum. Alırım elime tesbihimi, sayarım günleri. Her saniyeyle daha yakınlaşırım, ne olduğunu bilmediğim ama görmek istediğim şeye. Bazıları "son" der ama son yoktur hiçbir zaman. Sadece yol vardır nereye gittiği belli olmayan. Ucu bucaksız bir düzlüktedir. Her adımda yaklaşırsın bir şeye ama "son" yok. Yolculuktur karanlıkta yapılan her adımın nerey...

Dedem

Günaşırı elma ağaçlarını yoklardık. Dedem bahçenin kapısından gelecek diye o telaşla ne kadar yediğimizi bilmediğimiz elmaların tadı şimdilerde sadece özlem. Yasak oluşundan mıydı yoksa çocuk oluşumuzdan mıydı bilemiyorum. Kuzenimle gizlice her zamanki yoldan girerdik bahçeye. Nasıl olsa zıpkın gibiydik. Kendi halimizde çete gibiydik aslında. Bahçeye girdikten sonra birimiz kolaçan ederdi etrafı. Dedem ne taraftan gelir, bizi kim görür, kim gammazlar… Aslında dedemin dediği kadar da kırmazdık dalları. Her ne kadar dedem için bir nimetse ağaç, bizim için de bir nimetti. Yoksa biz nasıl araklayabilirdik elmalarımızı... Azarı işite işite biz de öğrendik ağacın nasıl korunduğunu. Tek sorun elmayı küçükken sevmemizdi. Dedem taktik değiştirip artık buna kızardı çünkü. Dedem ne kadar kızsa da kıyamazdı elbette bize. Doğru dürüst tokat bile atmazdı. Bir yandan da bize kızmak zorunda oluşu sıkardı canını. Çok severdi bizi. Onca torunu olmasına rağmen ayırt etmemeye çalışırdı. Ben şimdi düşünüyo...

Artemis ve Meryem

İlkçağ düşünürleri gibi içimde iki şeyin zıtlık yarışına girdiğinin farkındaydım. Birisi ak derken diğeri kara diyordu hep. Yazar Serdar Özkan da içindeki ikililiği Sarı Çiçek’in dilinden anlatmış. Birisi Artemis diğeri ise Meryem... Artemis kendini tanrıça ilan etmiş ve gül olduğunu inkar ediyor. Ayrıca Artemis cümlelerini “ben” üzerine kuruyor. Meryem’in çabası ise O’na gül olduğunu hatırlatmak. Meryem “ben” diye bir şey yok sen sadece gülsün diyor ama gel de anlat anlatabilirsen Artemis’e. Artemis’in “ben”den kurtulması gerekiyor ve siz bunu romanı okurken içinizden geçiriyorsunuz. “ben” ölmeli ve güller arasında birlik doğmalı. Hangisine güvenmeniz gerektiğine karar verirken eminim siz de benim gibi zorluk yaşıyorsunuzdur. Hayat daha çok “ben”im mutluluğum üzerine kurulmalı dersiniz ve öyle de yaşarsınız. Her zaman için sıkıntıyı, derdi, kederi yaşamak istemezsiniz. Hep mutlu olmak için “ben” korunur. Aslında özendiğim yaşam bu değildi benim. “değildi” diyorum çünkü önceleri kendim...

Sahil ve Sonsuz

Denizin sesi ve sahil… Ne kadar dolduruyor içimdeki sesi. Bana söyleyecek söz bırakmıyor. Alabildiğine mavi ve aksi görüntüsü gökyüzü... Sonsuz iki şeyin arasında arafta ve huzur. Gözüm aradığı şeyi bulmuş gibi. Balıkçılar ufukta bir resmin ortasında kalmış gibi. Denizde yaşam olduğunu hissederken gökyüzünde sessiz bir bekleyiş, bir ağırlık var. Sanki o da denizi seyrediyor. Ufuktaki misafir güneş mesaisini bitirmenin edasıyla süzülüyor. Portakal iki sonsuzun arasında eriyip yitiyor. Ay dedeye bakıyorum o da kendi hazırlığının içinde. Hava ne soğuk ne sıcak… Üstümde mavi gömleğim ve şortumla robinson’a benziyorum. Kesilmemiş sakalım, ondan daha hırçın saçlarım kayıplığımı ispat eder gibi. Gözlüklerim de entelektüel bir hava katmıyor değil. İnzivaya çekilmiş yazarlar gibiyim setten fırlamış. Evet, bir film sahnesinin içinde gibiyim. Aradığını uzaklarda insanlardan uzak bir adada bulmaya çalışan bir yazar… İşte hikâyem iki sonsuzun ortasında başlıyor. Deniz ve gökyüzü… Belki palmiye yapr...