Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ekim, 2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Berheba

En efkarlı sesinle yol göster bana, ey Karadeniz. Dalgalısın sen de benim gibi. Ne olduğunu anlatsam vaktini ayırır mısın? Bilirim beni bir sen dinlersin. Cevap ver bana nerden peydahlandı bu piç kurusu amaçsızlık? Çöreklendi soframıza aç koydu bizi. Nereye dahi yürüdüğümü bilmeden yitik gidecek miyim sen söyle. Başımı yastığa rahat koyamıyorum artık. Uyku desen terketti gitti. Güneş gösterse de yüzünü sanki benim için doğmuyor. İmkanı olsa önüme karanlıkları itekleyecek. Ya ay dedem. Kaç gündür bulutların ardına sığınıp duruyor bilir misin. Bir şey var, ben eksikliğiyle kavruluyorum. Bereket yitip gitmiş. Bu terkedilme neden? Gözüme takılmaz artık güzel denen şey. Elime sıcağın sıcağı, soğuğun soğuğu değmez. Bu berheba oluşluk neden? Sorular ardında çözümsüzlük yine pranga. Ah nasıl inlerim bilmezsin karadeniz. Ben bir meczup, sen bari unutma.

Melalim

Hüzün çökmüş kaldırım kenarlarına. Sarmaşıklar korkularından sokak lambalarına sarılmış. Kediler sinmişler kuytu köşelere korkak gözlerle etrafı süzüyorlar. Bir adam yürüyor sokakta, ağır ağır... Topuklarını her yere vuruşunda asfalt dikkat kesiliyor, uykusundan uyanıyor sonunda. Zifiri geceden renk almış palto sallanıyor adamın üstünde. Belli ki adama uymuş. Bir adam sokakta yürüyor... Saat kulesi falan yok. Zaman, "modern" zaman. Herkesin kolunda dijital rakamlar var artık. Saat kulesi olmayınca çan sesi de yok. Zira saat kulesi olsa da çan olamaz. Burası "müslüman" bir ülke. Düello falan yok, yanlış anlamayın. Bir adam tek başına ayakkabılarının çıkardığı ritmik sesle ağır ağır yürüyor. Gören göremeyen herkes herşey adama odaklanmış. Adam güven içinde yürüyor. Ağır ağır yürüyor ama sağlam basıyor yere. Tehlike kim içindir bilinmez. Tanınması gereken bir kişi daha çıkmıştır işte. Adamın kim olup nerden nereye gittiği bilinmesi gerekir mutlaka. Bilinmezlikle yaşaya...

Puşide-i Siyah

Tamburdan yayılıyor geceye nağmeler. Penceremde serin bir ekim rüzgârı… Dalgın fakat şükür içindeyim. Günün hesabını yaptım her zaman ki gibi. Kendimi yargılamamak için cambazlar gibi bir uğraşın içindeyim. Her dakika her saniye kendimi düşünmemem gerektiğini beynime telkin ediyorum. Akşam uzunca bir yürüyüş yapma fırsatım oldu. Dilime pelesenk olan türkülerle başladım efkârlanmaya… Söyledikçe açıldım. Sonra şiirler ekledim her birinin yanına. Aklıma gelen, alakalı, alakasız… Bir içlenişin vakti gelmiş belli ki. Ne zamandır akşam yürüyüşü yapmıyordum. Arabalar solumdan vızır vızır geçerken farkında olmadan bana iyilik yapıyorlardı. Ne kadar çirkin ses çıkarsalar da ben avazım çıktığınca türkülerimi, şiirlerimi, şarkılarımı söylüyorum. Kimseler ayıplamıyor. Sadece kendimle başbaşayım. İçlenişim içerde bir yerlerde yankılanıyor ve efkâr bastıkça ben daha bir yanık söylemeye başlıyorum. Bugün bir gözyaşı damlası buna şahitlik yaptı. Kaskatı olduğunu sandığım yüreğimden bir damla da olsa m...

Yetiniyorum Ama Niye?

Ol(a)madığım şeylerle yetinerek yaşıyorum. İnsan nasıl olmadığı şeyle yetinir? İçinde birikmiş çelişkilerinden arta kalan sadece nefes almak olan hayatta, aslında zor bir şey değil şu soruyu cevaplamak. Bir zamirle başlarsınız, mesela "bence...". Devamında mutlaka düşünmeye başlarsınız. Kendinizi, kendi çelişkilerinizi... Kuracağı cümleyi kurarken düşünen bürokratları daha iyi anlarsınız böylece. Gereksiz uzatmaları, "ıııı" diye uzayan anlamsız inlemeleri... Bir şey ol(a)mayacaksınız ama yetineceksiniz. Büyük bir çelişki. Belki de neden, yap(a)madığım görevlerimdir. Öğrenciyken ders çalışmamak mesela. Hiçbir zaman ders çalışmayı sevmedim. Uzun kış gecelerinde babamın zorlamasıyla yaptım ödevlerimi çoğu zaman. Elini korkak alıştırmadı sağolsun... Çocukken çocukluğumu yaşayamamaktan korktum. Büyüyünce de ömrümün baharını... Öğrenci olamadım işte. Biraz da kanımdaki muhaliflik engelledi. Her şeyi eleştirdim. Haddim olsa da, olmasa da... O yüzden mızmızcı bir insan prof...

Feyezan

Bir yaprak kımıldadı sessizliğin yatağında... Bir yaprak açtı, devrin yenisini. Toprak susamışlığından yarıldı. Susamış dediysem suya hasretliğinden değil, yeniye, yeniliğe, taze bir varoluşa hasretliğinden... Sessizlik bozuldu ve her şey o an için işine ara verdi. Kafasını uzattı gökyüzüne. Mavi, masmavi... Bulut yoktu gökyüzünde. Anlaşılan ihsan buyurup gölge etmek istemediler o ana. Güneş... İşte en yakıcı, en taze... En hallerinin hepsini takınıp, süslenip püslenerek tepede yerini almış,o ana şahitliğine sevinerek gülümsüyordu.Bir baş da onları seyrediyordu. Gökyüzünden alemi seyredenleri, yeryüzündekiler seyrediyordu. O an geldi ve her şey o başın sahibine çevirdi gözlerini. Bir baş topraktan uzatıyordu bakışlarını. Körlüğüne rağmen seziyordu, herkes onu izliyordu. Çok da önemsemiyordu kendini. Önemli olan göreviydi. O sadece başlangıçtı, biliyordu bunu. Baki olmayan, senebesene tekrarlananı bu sefer o başlatacaktı. Bir baş çıkmıştı topraktan, çatlamış, nazlı nazlı, kokusu değmele...

Ben, Nar ve Cırcır Böcekleri...

Uykusuz kaldığım bir geceye bu sefer nar taneleri eşlik ediyor. Ne alaka diyeceksiniz? O da benim gibi uyku tutmadığından gözleri kıpkırmızı, masanın üzerinde oturuyor. Uyku tutmamış... Ekşitmiş suratını bana bakıyor. "Sen de uyuyamıyorsun değil mi?" dedi. "Evet, terliyorum durmadan, sıkıntı basıyor. Bu gece bana uyku yok!" dedim. "Bırak yatakta debelenmeyi kalk da sohbet edelim, bak gece ne güzel! " dedi. Onun söylemesiyle baktım pencereden. Evet, haklıydı. Gerçekten de gece çok güzeldi. Eylül ayının son günlerinde, hazana soyunurken bile başka bir güzellik vardı. Ben sırtıma bir şey almaya yeltendim ki nar oturduğu yerden seslendi; "Bırak alma üstüne bir şey. Havanın tadını çıkar, soğuk değil. Korkma üşümezsin.". Dinledim sözünü narın. Şehir uykuya dalmış tüyleri yumuşacık tekir gibiydi. Belli ki yorgun. Ağır ağır nefes alıyordu. Uykunun keyfini de çıkarmıyor değildi hani! Koca koca apartmanlar arasına sıkışmış penceremden bakmaya çalıştım etra...

Uzun İnce Bir Kadehteyim...

Uzun ince bir kadehteyim. İçiyorum gündüz gece... Kadehtteki ben olmuşum, artık kendimi yudumluyorum. 3/4'üm sudan ibaretmiş. Geri kalanına da rakı koydum. Oldum 4-4'lük adam... Hayat sek kadehinde yudumlarken bizi yine aslolan bizim de sek içmemiz ama yine de renksiz gitmiyor meret. Kadehten bir yudum alıyorum, Müzeyyen abla "...laf anlamaz ormancı, çekmiş kafayı..." diyor. Hemen o an ormancı oluveriyorum. Laf anlamayan, yoktan bir acı getiren... Ormancı halime de kadeh kaldırıyorum. Şu meret içine alınca bizi ne de çok kılığa sokuyor. Hiç zorlanmadan paşa da oluyoruz, bey de, ormancı da... Dünya da çilingir sorfasını kurup meze yapmış bizi kafayı çekiyor. Onun da 3/4'ü sudan ibaretmiş. Biraz rakı koyuyor o da karafakiden, renkleniyor kadeh. Her yudumunda tarih, safyalarından birini daha açıyor tertemiz, bembeyaz. Mezesi biz olmuşuz dedim ya, hiç kalmamış mezesiz. Ne padişahlar, krallar, imparatorlar... Çakırkeyf dönüyor kendi çapında... 4-4'lük dünya... Kara...